Ayşe Acar
Cumhuriyet Pazar – 26.05.2024
Sanatsal yaratıcılık, deha, ikisinin uyumundan doğan mutluluk, uyumsuzluğundan yansıyan melankoli… Tüm bunlar ortaçağ ile birlikte günahla eşleşmiş, kadının yaratıcılığına gem vurulmasıyla sonlanmış sayısız yaşamöyküsüne konu olmuş. Camille Claudel’inki de bunlardan biri.
Fransız heykeltıraş Camille Claudel’in hüzünlü öyküsü duyan herkesi derinden etkiler. Henüz çocuk yaşta heykel yapmaya başlayan Claudel, Paris Güzel Sanatlar Akademisi’ne kadınların alınmadığı bir tarih diliminde, 1800’lerde yaşamıştır. Gençlik yıllarında kadınlardan oluşan bir atölyede çalışırken kendisi gibi heykeltıraş olan Auguste Rodin’le tanışmış ve Rodin’e âşık olmuştur. Yaşadığı aşk, aralarında geçen gerilimli ilişki Camille’i hem büyük bir sanatçı yapmış hem de derin bir yalnızlığa itmiştir.
Anlaşılamamamın verdiği acıyla yaşadığı sinir krizleri yüzünden ailesi tarafından akıl sağlığı yerinde olmadığı gerekçesiyle akıl hastanesine kapatılmış ve orada tam 30 yıl tek başına bırakılmıştır. Annesi ve kız kardeşi Camille’i hiç ziyaret etmezken şair ve diplomat erkek kardeşi Paul, birkaç yılda bir onu ziyaret etmiş ve doktorunun isterlerse Camille’i akıl hastanesinden çıkarabileceklerini söylemelerine karşın bunu yapmamıştır.